Kapitalizmin çarpık eleştirisine karşı
Johannes Vogele & Paul Braun
Kendine antikapitalist demek bugünlerde Marksist/komünist çevreye ya da kendi içine kapalı anarşist gruplara münhasır değil. “Sol”un görece geniş sarmalı dahi kapitalizmin eleştirisinin yapıldığı yegane alan olmaktan çıktı. “Amansız kapitalizm”in politik, ekonomik veya moral olarak itham edilmesi neredeyse her halükarda mübah. Yine de, biraz derine inildiğinde, bu antikapitalizmin ardında bir nevi distopik sayılabilecek bir alter-kapitalizmin bulunduğu açıktır.
Eleştirinin hedefi politik ekonominin meta, iş, değer, sermaye gibi daha önce Marx tarafından analiz edilmiş kategorileri ya da politika, demokrasi, hukuk gibi devlet oluşumuna tekabül eden kategoriler değil, çok genel anlamıyla ve hatta söz birliği edilmişçesine “neoliberalizm”, yani ayarı bozulmuş kapitalizm, yani finansın üstünlüğü/tahakkümü. Daha da yakından bakılacak olursa, fark edilir ki kapitalist kategoriler, unutulmak bir yana, finansal kapitalizmin yoldan çıkışına muhalefet etmek için pozitif olarak kullanıyorlar. Krizdeki postmodern kapitalizmin sonuçları iş, meşru para, politika yahut devlet uğruna eleştiriliyor. Böylece eski solcuları milli bayrak taşıyarak yürürken, “gerçek üretim”den dem vururken, toprak sınırlarının yeniden kurumsallaşmasını ve hatta aileyi, otoriteyi, burjuva patriyarkasını savunurken görüyoruz.
Antikapitalist eleştirinin konumlandığı solcu çevrelerdeki bu tedirgin edici devinimin ötesinde, bir de devrimci tezlerin ve eleştirilerin, doymak bilmez “uluslararası finans” canavarına ve “Yahudi-Mason” komplolarına karşı Batı medeniyetinin savunmasını yapmak üzere bir tür aşırı sağ tarafından ele geçirildiğini keşfediyoruz. Bu halde ilk yapılması gereken o meşhur temel kategorilere geri dönmektir. Hayır, kapitalizm “finans”a, “neoliberal küreselleşmeye” ya da “Bilderberg”e tekabül etmez. Marx’a göre kapitalizm “otomatikleşmiş özne”dir, yani kendi kendisinin değerini biçer, ya da “değerin kendisini değerlendirir”. Bu kapsayıcı bir sistemdir, “şeyler arasındaki bir sosyal ilişkidir”. Bu sistemi, doğalmış gibi yaşanan, kendi yasasını koyan ve insan eylemini meta, para ve sermaye gibi şeylerin formuna bürünmüş olarak okuyan ve “fetişist” olarak adlandıran bu analizi yeniden anlamlandırmak için biraz zamana ihtiyacımız var. Yani bu sistem içerisinde insan eylemi, ihtiyacın karşılanmasını hedeflemez. İhtiyacın karşılanması zorunluluğu, ne türden olursa olsun kapitalizm için geçiş basamağından başka bir şey değildir. Olsa olsa engellenemez bir derttir, zincirin ucundaki değeri açığa çıkarmak için açılan yolda, bir zorunluluktan ibarettir. Hatta, dünyanın birçok memleketinde yaşandığı gibi, gerekmediği sürece, rahatını bozmaz.
İnsan eyleminin amacı, sermayenin, yani para-formunda açığa çıkan değerin, yeniden üretimine indirgenmiş durumdadır. Bu eylem iştir. “Değer’in değerlendirilmesi” kendini hep aynı şekilde yeniden üretmez. Onun kategorik zorunluluğu kendini durmaksızın çoğaltmaktır. Her değerlendirme devresinden sonra (kapital – iş = meta üretimi – Pazar üzerinde metanın gerçekleşmesi) daha fazla sermaye elde etmek zorundadır. Yeni sermaye üretiminin(artı değerin) yegâne kaynağı ise iştir. Bu sistemin çelişkisi, rekabetin (ki kapitalizmin faaliyeti için elzemdir) faillerini, teknolojik icatlar aracılığıyla, üretim için gerekli iş miktarını azaltmaya zorlamasındadır. Bu çelişki krize götürür. Böyle bir durumda, kapitalizmin artık kârlı olmadığı söylenebilir; fakat sermaye, güncel üretime kârlı bir şekilde yatırılamazsa, geleceğin nihai üretimleri üzerinden gerçekleştirilen spekülasyona doğru kaçar. 70’lerden itibaren, “üçüncü sanayi devrimi” olarak da adlandırılan mikro-enformatik patlama iş verimini öyle geri döndürülemez bir şekilde arttırdı ki, spekülatif balonlara doğru ve fiktif sermayenin çoğalması hususunda gösterişli bir atak gerçekleşti. Bu büyümenin sonsuza dek devam etmeyeceği aşikar. Balonlar patlıyor ve ekonominin çelişkileri yüzeye çıkıyor. Politikaya gelince, artık bu sisteme direnebilecek bir baraj olma özelliğini taşımazken, bu sürecin ölümcül gelişimini mümkün kılan bir sosyal örgütlenme formunu temsil eder hale geldi.
Halk, “burjuva değerler” veya patriyarkal aile, artık kapitalist makinenin soğuk işleyişine bir engel oluşturmak yerine, modern dönem kapitalist sisteminin içerisindeki kimlik ve yaşam formuna tekabül eder oldu. Bugün, bu değerlendirme süreci geri döndürülemez bir kriz içindedir ve kendi yok oluşuna doğru koşmaktadır. Yine de insanlığın dışına konumlanmış bir sistem olmadığı hatta, onların (bizim) yaşam tarzımızı, hayatta kalma pratiklerimizi, başkalarıyla ilişkilenme yöntemlerimizi oluşturduğu için, biz de bu sistemin içerisinde hapsolmuş durumda kendi yok oluşumuza doğru gidiyoruz.
Kapitalizmin kategorileri modern failliğin dışında değildir, onlara derinlemesine içkin halde bulunur. Başta kendisini her şeye muktedir, doğanın hakimi (doğa çevrenin dışsallığı ile de, bireyin doğası olarak içsellikle de tanımlanmış olsa), ölçen, kategorize eden ve nesneleri gönlünce değiştirme yetisine sahip olan olarak kurarken şimdi de Batılı, beyaz, kendini “öteki” olarak imlenmiş, hükmedilmiş, göz ardı edilmiş “kadın”dan ayırarak eril olarak kuran özne; kendini bilinçdışı fetişi olan “otomatik özne”yle girdiği yaman bir krizin içinde bulur.
Yani an itibariyle kriz hem nesnel hem de özneldir ve değerin değerlendirilmesinin bu mutlak krizinde öznenin modern ataerkil formu çözülmeye uğrar ve kendisini zoraki esnek-kimlik, normale dönüşen bir narsisizm ve ölümcül bir deliliğin uğrağı olarak gösterir. Modern öznenin artık sarsılmaya başlayan muktedirlik hezeyanı, çekilen acıları hastalık ya da dışarıdan gelen bir virüs gibi gösteren ideolojik yeniden yapılandırmalardakine benzeyen tekil kriz görüngüleriyle zincirlerinden boşalır.
Mevcut sistem doğalmışçasına içselleştirildiği için, komplo, sapkınlık gibi dışsal nedenlerden kaynaklandığı düşünülen bu krize neden bulmak elzem görünür. Bize göreyse, komplo teorilerinin ya da postmodern antisemitizmin yeniden zuhur etmesi, açıklamasını tam da burada bulur. Aynı zamanda, siyahi karşıtı, İslam karşıtı, Çingene ırkçılığı gibi başka tür ırkçılıklar da altın çağlarını yaşarlar. Yine de, her birinin özgüllüğü tanınmalıdır. Yahudi (Siyonist, Mason ya New-York’lu bankacı) şeytani bir güç bolluğuna sahip gibi görünürken, Arap, “Siyah”, ya da “Çingene” “alt insan” olarak görülür, ki bu da, tamamlayıcı özellikte de kalsa, başka bir ideolojik yapılanmadır.
Cinsiyetçilik de, diğerleri gibi mutlu günlerine kavuşmuş gibi görünürken, özgünlüğü modern ve postmodern kapitalizmin oluşumundaki zaruri varlığı gözetilerek incelenmelidir. Bu gibi tartışmaların amacı, “reel ekonomi”den, “demokrasi”den, “millet”ten ve benzerlerinden dem vuran çarpık anti-kapitalizmin eleştirisini yapmak ve karşısına modernitenin, meta üreticisi patriyarkanın, kısacası kapitalizmin eleştirisini koymaktır.
Kaynak: Contre la critique tronquée du capitalisme, Introduction à une intervention
Johannes Vogele & Paul Braun
29.07.2019